Allah (Celle Celâlûhü) hem adildir, hem hakimdir. Onun hikmeti, kainatta faidesizlik ve fazlalığa yer vermemiştir. Bu hikmetinin gereği her millete, ilmi bir meseleyi ilham eder, dolayısıyle diğerlerine de o meseleyi dillerine tercüme etmeyi emreder. O mesele tercüme edilip her millete mâl olunca en kısa bir yoldan insanlık âlemi ilim, irfan içi¬ne girmiş olur. Cehalet ve fakirlik karanlıklarından kurtulur. Allah’ın hem adaleti hem hikmeti gerçekleşmiş olur.Bu Allah’ın kainata koyduğu bir kanundur. Kainatta hiç bir şey fazla ve yersiz değildir. Bir şey zahiren çirkin görünse de altında bir çok güzel gerçekler saklıdır, ölüm gibi!..
Eski çağlardaki insanlık, kainatın kanunlarından uzak, karışıklık olan vahşete yakın olduklarından, bu gibi ilhamlara mazhar olamadıkları gibi, tercüme etme imkanları da yoktu. Onun için Allah her bir kavme ayrı bir Peygamber gönderirdi. Fakat İslam’ın gelmesiyle beşeriyet sosyal hayata girdi, bir millet hükmüne geçti, bir Peygamber hepsine kafi geldi. Bu sefer tercümeye ihtiyaç hasıl oldu.
İşte bu sosyal vazifeden bir numune olarak «Vahy’in mazharı Peygamber Efendimizin» lisaniyle aydınlanan kabir alemi hakkında olan bu kitabı tercüme ettim.
Bir iki ufak tercüme hariç bu benim ilk tercüme ettiğim eser sayılır. Terceme tekniği olarak, asla bağlı kalmamayı esas edindiğim, ve dillerin simetrik olmadığını bildiğim halde, aslına bağlı kaldım, diyebilirim. Çünkü, Peygamber efendimizin ağzından çıkan hadislerin çoğu, «Cevami’ul-kelim»dir, özlü ve kapsamlı ifadelerdir. O özelliklerini kaybetmemek için tercemede çoğunlukla simetrik sistemi (aslına benzer şekil) esas aldım.
Ayrıca, kitap 800 sene önceki uslupla telif edildiği için ister istemez tercemesine rekâket verdi.
Kitabın içindeki, hadis ve hadiselerin güvenilir olup olmadığını, bizzat müellif İmam Süyuti’den sormak lazım. Kendisi de hadislerin çoğunu mutemed hadis kitaplarından nakletmektedir. Hadiselere gelince; madem insanlık aleminde öyle olaylar zaman zaman görünmektedir ve aklen öyle şeylerin olması muhal değildir, tüm olarak onları red etmeye gerek yoktur. Meğer ki, bu asrın maddeciliğinin tesirinde kalmış olunsun.
Malumdur ki, Kur’an gayba inanmayı bir esas, bir fazilet, insan ruhunun bir basireti olarak gösteriyor.
Bir defa, insan gaybi şeyleri kabul ettikten sonra, artık bu dünya kanunlarına alışmış olan zihnine sığdıramadığı şeyleri red etmesi gerekmez.
İslâm kitaplarında, maddecilik, sayısız deliller ile çürütüldüğünden, burada delil getirmeye ihtiyaç hissetmiyorum.Yanlız, kitab’m içinde geçen, ruh, melek, cin evsafı ve gayb aleminin çeşitli meseleleri ve sahabenin sözleri ve diğer alimlerin görüşleri, izah, tahkik ve tarif isteyen konulardır. Her birisi, başlı başına bir kitap olacak kadar yorum ve ispatlama gerektiriyor. Şimdilik vaktim müsait olmadığından yalnız bir numune göstereceğim. İşte:
«Peygamber Efendimiz Mirac’a çıktığında gayb aleminde faiz yi-yenleri görmüş, onların Firavun milleti yolunda olduklarını beyan etmiş». Bu, mealdeki satırları tercüme ederken kendi kendime sordum : Neden Nemrut milleti değil de Firavun milleti. Sonra baktım, faizciliğin en fazla hakim olduğu asır bu yaşadığımız asırdır ve eski tarihte, medeniyet olarak bu asra en fazla benzeyen Firavun medeniyetidir.
Demek Peygamber Efendimiz, kendisinden 2000 sene önce ve sonrayı görmüş. Demek gördüğü herşey haktır. Bize düşen O’na uy¬mak. .. O ’nun sünnetini yaşamak, dünyada ve ahirette huzur ve saadet bulmaktır. İman Allah’tandır, vesvese şeytandandır. Allah sekeratta hepimizi şeytan’ın şerrinden kurtarıp, imanla kendisine kavuştursun. Amin.